İnsanı doğadan ayrı düşünmeye meyilliyizdir. Diğer canlılara göre oldukça yüksek bilişsel bir kapasiteye sahip olan ve derin kültür üretebilen tek canlı türü olan insan, bir bakış açısına göre, bu yeteneğiyle doğaya da hükmedebilir ! Doğayla yakından etkileşime geçtiğim yıllar boyunca bu soru kafamın içinde çözülmesi gereken bir soru olarak durmakta. Ancak, doğayı daha yakından tanıdıkça, cevabın yine doğada olma olasılığı aklıma daha çok yatmaya başlamakta.
İnsanlığın bilişsel gelişimine dair onca buluntu ve araştırmaya rağmen hala büyük bir bilinmez olduğu söylenir. Bunun sebebi henüz bu buluntuların gerçek anlamlarının çözülememiş olmasıdır. Paleo-arkeolojik buluntular doğrultusunda bu gelişimin 50 ila 100 bin yıl önce ortaya çıktığı düşünülmektedir. Öte yandan, ilk taş aletlerin 500 bin yıl kadar geriye gittiği de bilinmektedir. Yüz binlerce yıl boyunca gelişme gösteremeyen ve diğer büyük primatlarla aynı seviyede ilerleyen kültürel gidişat, son 100 bin yılda gitgide hızlanan bir şekilde gelişme göstermeye başlamış ve insanlığı bugünkü durumuna getirmiştir. Konuyla ilgili olarak biyoloji profesörü Paul Ehrlich, insanlığın taş alet seviyesinden nasıl bir anda dikiş dikmeye başlayıp, kendine kullanışlı kıyafetler dikebilmeye ve mağara sanatını üretmeye başlayacak seviyeye ulaştığını ve sonrasında Tarım Devrimi gibi daha üst seviye bir kültür gerçekleştirebildiğine dair araştırmalarını, zihnin sebep-sonuç ilişkisini içgüdüsel olarak kurabilmesine bağlar (The Dominant Animal: Human Evolution and the Environment). Bu yaklaşım bana, zihnin öğrenirken içgüdüsel olarak gerçekleştirdiği diğer bir eğilim olan 'taklit etme'nin de bu gelişimde rol sahibi olabileceğini düşünmek için oldukça geçerli bir örnek gibi göründü (https://www.britannica.com/topic/imitation-behaviour) ve aklımı kurcalayan o büyük soruya dair 'taklit etme' içgüdüsü temelinde olası bir çözüm üretilebilir mi diye düşünmeme sebep oldu (Ulaştığım sonuçları burada sizlerle paylaşırken kesinlik içermediklerini ve eleştiriye açık olduklarını belirtmek isterim. Eleştirilerinizi yorum kısmında belirtebilirsiniz).
Bu bağlamda bakınca ilk insanların taklit ettikleri öncüler, komplo teorilerinde sıklıkla bahsi geçtiği gibi daha gelişmiş bir insan türü veya uzaylılar değil de doğanın ta kendisinin olması daha muhtemel görünmekte. İnsan ulaştığı bilişsel kapasiteyle diğer canlıların içgüdüsel olarak gerçekleştirdiği farklı davranışları taklit ederek kendine bir kültür üretmiş olabilir mi? İnsanlık tarihiyle ilgili çalışmalara bakıldığında cevap sağlam bir 'evet' gibi görünmekte...
Neolitik Dönemin başlangıç noktalarından biri olan Urfa Bozkırları Afrika iklimi ve coğrafyasının en kuzey noktasını oluşturması itibariyle oldukça zengin bir canlı çeşitliliğine ev sahipliği yapar (Urfa bozkırlarındaki yaban hayatıyla ilgili yazım National Geographic Türkiye'nin Eylül 2010 sayısında okunabilir). Burada bulunan ve insanlık tarihine büyük katkı yapan Göbeklitepe gibi bölgede 10 kadar daha alan olduğu belirlenmiştir. Bunlardan biri olan Karahantepe ilk kazılanlar arasında yer alır ve çağdaşı olduğu Göbeklitepe'deki buluntularla birlikte neolitik kültüre dair bilgimizi artıracağı düşünülmektedir (Yıllar önce Göbeklitepe kazılırken görmeyi çok istemiştim ama denk gelememiştim. Bu seferki seyahatimde, Göbeklitepe'den sadece 300 yıl sonra kurulduğu tespit edilen Karahantepe'yi kazılırken görebilecektim). Dahası, neolitik çağdaki insan-yaban hayatı ilişkisine daha yakından bakma imkanı tanıyacaktır ...
Bilindiği üzere, Göbeklitepe'deki buluntuların en gizemli yanlarından birini yaban hayvanı kabartmaları oluşturur. Göbeklitepe kabartmalarında insan figürleri yerine neden bu kadar çok ve özenle yapılmış yaban hayvanı olduğuna dair en çok kabul gören teori, o dönem insanlarının kendilerini doğanın bir parçası olarak kabul ettiklerini söyler. Bu canlı kabartmalarının totemvari kullanımı itibariyle bir yüceltme amacı içerdiği aşikar. Bu yüceltmenin ardındaki inanç da genellikle o canlıların sahip olduğu güce özenme şeklinde yorumlanmakta. Neolitik dönemin inanç sisteminde avcı-toplayıcı (paleolitik) dönemden kalan kültürel yaklaşımların etkisi olduğu da düşünülmektedir. Bunun sebebi olarak da avcı-toplayıcı topluluklarda kültürün nesilden nesile geçirilebilirliğinin daha yüksek olması gösterilir. Bu topluluklara ait buluntulara bakıldığında, yaban hayvanlarına olan özenti açıkça görülebilmektedir (mağara duvar resimlerinde başrol yaban hayvanlarınındır). Sembolik düşüncenin gelişmesiyle (https://www.bariskoca.com.tr/post/anlam-dunyamiz-ve-sembolik-dusunce), bu canlıların sahip oldukları güç ve karizmayı insanla özdeşleştirme çabaları, dönemin sanatıyla kendini açıkça belli etmektedir. Bu noktada Göbeklitepe'deki buluntuların neden bu kadar önemli olduğu daha belirgin şekilde çıkar ortaya. Yerleşik hayatın başlangıcı sayılan bu dönemde denk gelinen iklim ve coğrafi koşullar tarımın uzun vadeli yapılabilmesine olanak tanıyordu. Artık açık alanlarda daha fazla zaman geçirebilme konusunda da pek engel kalmamıştı. Sanat faaliyetlerinde de mağara duvarına toprak boyasından yapılan resimlerin yerini kireçtaşından yapılan kabartmalar almaya başlamıştı. Kabartmalar insanı temsil eden 'T' şeklindeki dikilitaşlar üzerine yapılan yabani hayvanlardan oluşur. Kabartması yapılan canlılara şöyle bir göz attığımızda; domuz, akbaba, leopar, tilki gibi canlıları başta görmekteyiz. Bugünkü insan-yaban hayatı etkileşimi göz önüne alındığında (oldukça spekülatif olsa da); akbaba, yükseklerde uçabilen büyük bir kuş olması itibariyle 'gözcü' olabilme niteliğiyle ya da leşleri tüketmesi itibariyle ölülerle ilişkilendirilerek; yaban domuzu 'toprağı işlemesiyle' veya çok sayıda yavruya sahip olabilmesiyle; leopar, insanı alt edebilen en 'güçlü' yırtıcılardan biri olması sebebiyle ve tilki ise, fırsatçı yapısına bağlı olarak, her daim insanın çevresinde görülebilen ve bu özelliğiyle 'yaban ile bağlantıyı sağlayan' bir canlı olarak seçilmiş olabilir belki de !?
Konuyla ilgili olarak, ülkemizde yaşamayan ama insanlık tarihinde Neolitiğin bağımsız olarak başladığı diğer bir lokasyon olan Güneydoğu Asya'da yaşayan bir kuş türü olan 'terzi kuşu'ndan da bahsetmek istiyorum. Bu kuş içgüdüsel bir davranış sergileyerek, yuvasını ağaç yapraklarını tam anlamıyla 'dikerek' yapar. Gagasını bir iğne gibi kullanarak yapraklarda delikler açar ve daha sonra bitki liflerini bu deliklerden geçirerek yaprağı etrafı kapanacak şekilde diker (ilgili bir video buradan izlenebilir; ). Şunu tekrar hatırlamakta fayda var; yaşamı herşeyiyle doğaya bağımlı geçiren avcı-toplayıcı toplulukların bizimkinden çok daha gelişmiş bir gözlem yeteneği olmuş olması gayet mantıklıdır. Sembolik düşüncenin gelişmesiyle insan-yaban hayatı etkileşimine dair eserlerin ortaya çıkması bize insanların yaban hayvanlarla ne kadar ilgili olduklarına dair oldukça büyük ipuçları vermektedir.
Yukarıda bahsi geçen unsurlar doğrultusunda; tarih boyunca yabani hayvanlarla yiyecek ve barınma noktalarında çekişme halinde olan insanın yine de yabani hayvanlar aracılığıyla, çok eskilerden gelen bazı öğretileri zaman içinde bilinçaltına yerleştirmiş olmasından ve onlara saygı ile bakmaya devam etmesinden bahsedilebilir. Ancak, 'gelişme'nin nasıl ilerlediğine dair tarihsel izler takip edildikçe, kültür tarihi bakımından sağladığı katkıların yanında, Göbeklitepe ve Karahantepe gibi yerleşkelerdeki buluntuların bize vereceği başka bir mesaj olduğu da söylenebilir belki; kültürümüzün bile temelinde doğanın olduğu ve tarım toplumuyla başlayıp, sanayi toplumuyla zirve yapan doğadan kopuşun bugün bize dayattığı sonuçlar gibi. Naçizane bilgilerinize...
Kişisel not: Şanlıurfa Müzesi mutlaka gezilmeli, Göbeklitepe reprodüksiyonu oldukça etkileyici. Ama mümkünse Göbeklitepe'yi orijinal yerinde görmeye öncelik verin!
Comments